Hiç aklımızda yoktu... Daha doğrusu planımızda yoktu, tüm günü Nişantaşı'nda geçirmek; ancak bize emanet sakinliğinde bir Nişantaşı bulunca canımız hiçbir yere gitmek istemedi. Özetle, "Bu kadar sakin bulmuşken Nişantaşı'nı, başka bir yere gitmeyelim" deyiverdik...
Reasürans'ın önünde saat 13:00 olarak tanımlanmış buluşma saatimiz, şehri terk edememişlerin yarattığı köprü trafiği haberiyle harmanlanınca, ben Avrupa Yakası'nda ikamet etmenin avantajıyla önden giden ve "Sen gelinceye kadar bir yerde otururum, ararsın gelince" mesajıyla café seçimine yönlenen oldum. Reasürans Çarşısı'ndaki in cin top atıyor sakinliği nedeniyle bayramın ikinci gününe için için teşekkür ederken, bir taraftan da "Ne yapsam, nerede otursam?" sorusuyla cebelleşerek, yer seçmeye çalışıyordum.
Hep böyledir; tıklım tıklım dolu zamanlarında kenar köşedeki en kıytırık masaya çocuksu bir sevinçle rıza gösterir insan; ancak seçenekler çoğalınca bir türlü en iyi masanın hangisi olduğunu da, neye göre hangi masanın en iyi da tanımlayamayacak hale gelir... Neyse, ben bu durumu çok uzatmayanlardanım; rutinlerim vardır ve Nişantaşı'ndaki en sevdiğim rutinim de Reasürans Çarşısı'nın içerisinde şık ve özenli atmosferiyle sizi selamlayan Café Wien'dir.
Reasürans Çarşısı'na ilk geldiğimde burada oturmuştum; sonraki gelişlerimde atladığım ve ziyaretini aksattığım hiç olmadı... Buraya muhteşem menüsü, harika servisi, ya da ne zaman gelirsen gel adını hatırlamaları gibi hizmet harikaları nedeniyle gelmiyorum aslında... Viyana gibi muhteşem bir şehri her daim özlediğim; kafelerindeki şık, soylu, sıcak, mağrur, gururlu, özenli ortamı Café Wien aracılığıyla hissedebilmek ve bir an olsun orada olduğum hayalini gözlerim açık kurabilmek için gidiyorum... Café Wien'in bu konudaki desteği hiç de fena değil aslında; menudeki tabaktan taşarak servis edilen Wiener Schnitzel'ler, Apfelstrudel'lar, Wiener Melange'lar, Braunerler vs.. derken, sevgili arkadaşım eliyle koymuş gibi buluveriyor beni burada:-)
Güne hafif başlıyoruz; şimdilik sadece Wiener Melange ve Café Latte alıyoruz, yanında da vanilyalı dondurma ile servis edilen Apfelstrudel ile damaklarımızı ve sohbetimizi tatlandırıyoruz. Café Wien'de, Viyana kafelerindeki servis usulüne uygunluğa dikkat etmekteler; kahvelerimiz kişiye özel minik bir tepsi içerisinde bir bardak suyla birlikte servis edilmekte ki, bu en pejmurde Viyana kafesinde bile böyledir. Ayrıca, Julius Meinl marka kahve çekirdeğinde espresso hazırlamaktalar ki, bu marka da Viyana kafelerinde oldukça yaygın bir biçimde kullanılmaktadır. Kocaman bir gülümseme yayılıyor yüzlerimize; hem konuştuklarımızdan, hem ufak bir Viyana hayaline dokunmakta oluşumdan, hem de Apfelstrudel'in lezzetinden; yeterince sıcak servis edilmemiş olsa bile:-)
Yiyeceklerimiz ve kahvelerimizin bitiminden bir sure sonra, uzerinde konustugumuz ana konulardan biriyle ilgili de son cumleler edildikten sonra Café Wien ile vedalaşıyoruz. Etrafımızdaki masaların birer ikişer dolmaya başladığını gözlemliyoruz ve caddeler çok kalabalıklaşmadan biraz Nişantaşı sokaklarını arşınlamaya karar veriyoruz.
Şirin, şık, renkli, modern, nostaljik, sıradan, ilgi çekici ve de ortak noktası kapalı olmaları olan birçok vitrinin önünden yol alıp bir sonraki durağımıza ilerliyoruz; güzel bir öğle yemeği yemek için Vapiano'ya... Başta ev yapımı makarna ve pizzalar ağırlıkta olmak üzere, Italyan mutfağının gözde lezzetlerini oldukça modern bir iç dizayn ve rahat bir atmosfer ile birleştirmiş olan bu Alman menşeli zinciri, daha önceki birkaç gidişimde oldukça beğenmiş ve hep uzun zamandır "ilk fırsatta gidilecekler" listesine eklemiştim. Sevgili arkadaşım sağolsun süper uyumlu bir insan olarak ikinci tercihimde de beni yalnız bırakmayarak Vapiano'nun kapısından içeri girmemizi sağladı.
Daha önce Vapiano'ya hiç uğramamış olanlar için kısaca ara bilgi vermek istiyorum. Vapiano self-servis konseptinde ve yaklaşık olarak aynen menüsünün bölümlerini yansıtan standlara bölünmüş durumda. Girişte aldığınız kredi kartı görünümlü karta, her istasyonda verdiğiniz ve hazırlandığında kendiniz teslim aldığınız siparişlerinizi yükletip, restauranttan ayrılmadan önce ödüyorsunuz. Alışveriş sepeti modeli özetle...
Sevgili arkadaşım, deniz mahsulleri salatası hazırlatmak amacıyla salata standının önüne hızlı adımlarla ilerlerken, ben her zamanki basit ama lezzetli seçimim olan domates soslu ve rokalı tagliatelle seçimim için hazırlanma süresi boyunca nabzımı tuttum; bekliyorum... O arada aklıma içeçek birşeyler almak geliyor; bir kadeh kırmızı şarabın eksikliğini hissedeceğimden emin olduğumu anladığım anda soluğu barda alıyorum ve nispeten kısıtlı şarap menüsünden kolay içimli bir şarap seçmek için kolları sıvıyorum. Bir taraftan da aklımdan geçiyor; "Şarap menüsü herhalde DLC serisi yeni ürün çıkarttıkça genişleyecek; neyse bari yediğime uygun olan yeni bir şey denemeye çalışayım..." Menünün kısıtlılığından bir parça hayalkırıklığına uğrar gibi oluyorum; ancak ne de olsa bir self-servis konsepti olduğunu ve DLC'nin de hiç de fena alternatifler sunmadığını düşünerek çok üzerinde durmamaya çalışıyorum. DLC Grenache'dan bir nefes ve bir yudum alınca hiç de fena olmayan bu tercihten dolayı hem kendimi hem de DLC yi kutlayarak, hazır olan tagliatelle me doğru emin adımlarla ilerleyerek, bol parmesan ilavesiyle seçimimi taçlandırıyorum.
Veeee artık dışarıda seçtiğimiz ferah masaya çökerek büyük bir hevesle yemeklerimizin tadına bakabiliyoruz... O da ne??? Domates sosundan hic domates tadı gelmiyor!!! "Ahh bu mevsimin domatesleri..." diyerek hafif lezzetsizlige boyun eğmeye razı oluyorum ki, makarnanın da olması gerekenden daha uzun süre pişmiş ve dirilikle alakası olmadığını farkediyorum... Mutsuzum; ama açım, bu öğünü hayal ederek kendimi acıktırdım; biraz daha yemeğe devam ediyorum; ancak gerçekten Italyan lezzeti değil de, yapış yapış öğrenci evi makarnasından başka birşeyle karşı karşıya olmadığımı üzülerek de olsa kabul ederek, tabağımı ileri doğru iterek, pek de fena olmayan şarabımla devam ediyorum...
Tepsilerimiz önümüzden alınırken kendimi tutamayarak, "Kusura bakmayın; ama beklemediğim kadar kötü bir makarnaydı; fazla pişmişti, yapış yapıştı, makarna ancak börek gibi kesilerek yenebilecek bir hamur topağı oluşturmuştu" diyorum... Garson çocuğum "Ben daha yeni geldim; ne bileyim, hiç anlamam o işlerden..." der gibi mahsun ve ürkek bakışlarını izleyen muhteşem açıklaması Nişantaşı Vapiano'nun o gün yanındaki Midpoint tıklım tıklım doluyken neden boş olduğunun sorgulamaktan vazgeçmemin bir hata olduğunu tek kalemde anlatıyor: " Ehh, acemi bir arkadaş yapmıştır herhalde... Kusura bakmayın..."
Evet, bayram günü sakinliği değil, insanların bu konsepte alışamaması değil; kronik hastalığımız olan iyi işletmeyi iyi bilmeyişimiz durumuyla karşı karşıya olduğumu bir kez daha anlıyorum... Muhteşem tecrübe isteyen çok özellikli bir yemek istemiş olsam yine bir an olsun durup düşüneceğim; ancak domates soslu ve roka yapraklarıyla süslenmiş bir tagliatelleyi yapabilecek seviyeye gelmesi için kaç tagliatelle geçmeli ki "tecrübesiz arkadaşın" elinden, yenir yutulur bir porsiyon çıksın? Maalesef gerçek tecrübesiz, tecrübesiz arkadaşa müşterisini emanet eden işletmeler oluyor gene...
Çok mutlu olmadığımız aşikar ki, hemen Nişantaşı Starbucks'a atarak kendimizi, bir kahve ve sohbet terapisine girerek günümüzü noktalıyoruz... Christmas Blend her zamanki gibi harika; ancak yine çok yoğun bir kahve, maalesef süt katmadan gene içmeyi başaramadım... Sohbetimizin ve Starbucks'ın sıcaklığıyla harika bir Nişantaşı gününü noktalıyoruz... Pürüzlere karşın, Nişantaşı güzel bir havada gene çok güzeldi; içimizi ısıttı ve neredeyse bize emanetti...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder